30 Aralık 2012 Pazar
Yılın Son Blogu
Sanki her gün yazıyormuşum gibi yılın son bir blogu olması gerektiğini düşündüm. Ama böyle şekillere takılmamak lazım.Yıl,gün,ay ve bilimum tasniflendirmeler safi şekilcilik gibi geliyor bana.
Yılın son blogunu neden yazmak istedim?Çünkü bu yıl falan falanlara bir son verin geyiğine girmiyorum,hayır.Sadece bu hafta bir öykü okudum. Allah gani gani rahmet eylesin,Sait Faik Abasıyanık'ın bir öykü kitabını,Mahalle Kahvesini.
Bu kitabı size anlatmak gibi bir durum içerisine giremem,çünkü hepimize hissettireceği şey farklı. Üstelik her okunuşta hissettireceği şey de farklı.Kesinlikle tekrar okunması gereken öykü kitaplarından biri.
Efendim,ben yine gittim bir cümleye takıldım kaldım.Dönüp duruyor beynimde.
"İnsanları oldukları gibi değil,olacakları gibi sevin."
Belki hayatım boyunca ihtiyaç duyduğum şey buydu.Ve benim bu cümleden ihtiyacım olan anlamı çıkarmam için,hayatımın şu dakika ve şu saniyesine ilerlemem gerekiyordu.
Bir insanın geçirdiği manevi evrimi düşünürseniz ve henüz yaşamadığımız tecrübeleri,bana hak verirsiniz.
Bu söz de nereye çeksen o tarafa gider gibi. İkinci şansı hak eder insan gibi de düşünülebilir;veya tam tersi,ikilemde kalmış bir insanın kötüye gideceğini hissediyorsanız onu sevmeyin,az sevin :))
Bir gün böyle bir insan olacağımı bilselerdi,daha fazla sevilirdim belki. O yüzden bu cümle tüm acı çekmeleri önler gibi. Bir insanın geleceği noktayı bilmeye çalışın,ve yaşayacaklarını.Peşin hüküm vermeden,sizden kaç yıl önce yaşamış Sait Faik'in söylediği bu sözü düşünün.
Bi de annenizle konuşun,sizi asla yargılamaz.
25 Ekim 2012 Perşembe
Stefan Zweig'in Son Günleri
Tarihi bir kitap okuyacaksak,tarihi bir dizi-film izleyeceksek; o şeye başlamadan önce aslında bilmeden büyük bir risk alırız. Okuyacağımız şey gerçektir,biz belki daha dünyaya gelmeden veya bilmediğimiz bir yerde,geçmişte yaşanan olayları konu alır o kitap. Peki biz gerçekleri duymaya hazır mıyız? Ve bu yükü kaldırabilecek miyiz acaba? İşte bu konuda aldığımız risk,aslında çok büyüktür. Kendi adıma söyleyebilirim ki,yüreğim 2.Dünya Savaşı sırasında olanları kaldırmıyor.
Piyanist filmini izlediniz mi mesela?Ben ağlamaktan izleyemedim ki.
İşte bu hafta Stefan Zweig'in Son Günleri'ni okudum. Öyle güzel bir kitap ki.Dili,kurgusu gerçekten mükemmel. Hatta dil aşırı iyi,sanki o mekanda o saatleri yaşıyorsunuz siz de sayın Zweigle birlikte.Hatta keşke kitabın her satırını buraya dökmek mümkün olsaydı da size de tattırabilseydim bu mükemmelliği.
Stefan Zweig Ata'mızla yaşıtmış,1881 doğumlu. Yahudi kökenli kendisi. (Aha!) Hiç bir ideoloji ve dinden yana değil.Zaten bu yüzden Yahudi olduğu için işkence görmesi ona ağır geliyor.Çünkü gerçek manada Yahudiliğe merak salmamış.Bir sandık dolusu kitabı var,kitapları çok güzel.Küçükken Satranç'ı okumuştum.Belki o da yaşarken kıymeti bilinmeyenlerden,tabi Almanlar tarafından. Çünkü okuduklarım sayesinde fark ettim ki döneminin en iyi yazarlarından biri,adı Thomas Mann,Einstein gibilerle anılıyor.Büyük insan.
Kitap aslında yazar ve eşinin son yolculuğu Brezilya'da geçiyor gibi,ama geçmişe yolculuk içeren bir kitap.Mütemadiyen geçmişe gidiyoruz. Zweig Avusturya doğumlu,ama Avusturya'ya kırgın.Tıpkı İran devriminden sonra ülkesine kırgın olup da orayı terk eden İranlılar gibi.
Zweig doğduğu yer olan Salzburg'u unutmak istiyor. Çünkü Salzburg artık Alman,diyor kendine.Avusturya yolunu şaşırmış zihinlerde başıboş dolaşan hayaletti.Ölü bedendi.Gömme işlemi Helden Meydanı'nda cereyan etmişti;büyüklük hayallerini yeniden yaldızlamaya,Yahudileşmiş Viyana'ya parlaklığını ve saflığını geri vermeye gelmiş adamı,Führer'ini alkışlayan bir halkın "yaşa", "var ol" nidaları eşliğinde.Avusturya kendini Hitler'e sunmuştu. (sayfa 15)
Kitaplar yakılmıştı.Kendininkiler,Roth'unkiler,Hoffmansthal'ınkiler.Yahudi çocuklar okullarından kovulmuştu.
ve aslında Zweig'in kaçış hikayesi bir makale ile başladı:
Viyana Belediyesi Yahudilerin oturduğu dairelerde gazı kesme kararı aldı.Bu konutlarda gazla intihar edenlerin artması,vatandaşın rahatını kaçırdığından,gazla intihar etmek bundan böyle kamu düzenini bozmak olarak kabul edilecek.
Zweig bu savaşın bundan öncekilerle hiç bir benzerliği bulunmayacağını anlamıştı.
Brezilya,Persepolisteki evinde,verandada oturmayı çok seviyor Zweig.Burası en son durağı.Çok yer gezmiş,en son buraya kaçmış.Zaten burada ölecek. Ben bir yazar olmasam da,bir yazarın duygu durumundan az çok haberim var.
Veranda,huzura açılan kapıdır düşünmeyi seven insanlar için.Nereye gitse kitaplarını yanından ayırmıyor,işte onu anlamak için bir sebep daha bana.Çünkü kitaplarım çocuğum gibi olmuş benim de artık. "Zweig'in kitapları da hiç çocuğu olmayacak biri olarak onun biricik oğullarıydılar aslında."
Ah aklından çıkmıyor kitaplarının yakıldığı gün! Sadece Yahudi olduğu için.Romanlarımın kahramanları diyordu,yakılarak can verdiler.
Geçmişi unutmak,geçmişle bağını kopartmak istiyordu.
Bloglarımı okuyanlar bilirler,okuduğum kitabın arkasında dönenler sahnede dönenlerden daha çok hoşuma gider.Bunlarla ilgilenmeyi,arka planı didiklemeyi çok severim.Ve aslında arka planı olmayan,dümdüz tek bir meseleyi anlatan kitabı,çok ayrıntılı anlatmış da olsa sevmem. Yalnız,arka planda olanları irdeleme işi biraz da kişiye bağlıdır.Bakmazsa görmez.
Stefan Zweig'in Son Günleri,bu bağlamda ne kadar zengin ve de sarsıcı. Çünkü tarihsel bir gerçeklik,2.Dünya Savaşı ve Yahudilere yapılan bu işkenceler ön planda anlatılırken,arka planda bir genç kadının acı çekişine şahit oluyoruz hepimiz.
Elizabeth Charlotte Altmann,gözlerinin derinliklerinde,yaşantısının akışının artık ona hiç sunmadığı bir bağışlayıcılık vaadi taşıyordu.
Lotte Zweig'in ikinci eşi. İlk eşi Frederike tanıştırıyor onları ve bir gün Frederike dışarıdayken geri geldiğinde elele buluyor onları.Anladığım kadarıyla Frederike vakar bir şekilde karşılıyor bu olanları,çünkü dost kalıyorlar.Ama Lotte bunun yükünü hep içinde taşımaya devam ediyor.Mesela Zweig otobiyografisini yazarken,Frederikeye yakın bir yerde yaşamak istiyor;sürekli ona sorması gereken sorular var çünkü.Bu Lotte'yi çok acıtıyor.
Ve acıları dinmek bilmiyor.Sağlık sorunları var,astımı var.Boğazı sorunlu. Oradan oraya taşınırken,biraz da bunlardan dolayı kaçıp zarar görmeye devam ediyor.Hiç bir zaman çocuğu olmayacağının bilincinde.Çocuk doğurursan ölürsün diyor doktorlar.
Zweig'in hayatında önemli bir yere sahip olmadığını düşünüyor.Onun günlüklerini okurken,evlendiği gün şöyle yazıyor(bu da ayrı bir iç yarası):
Çarşamba,6 Eylül:Acele bir yemek yiyip traş oldum,sonra fazla merasime girişmeden nikah kıyıldı;verilen belgede L.A yı resmi nikahlı eşim olarak aldığım yazılıydı.
Uykularında sürekli geçmişlerini görüyorlar.Geçmiş yüzler,aileleri,arkadaşları,asla doğmayacak çocukları,asla yapılmayacak aile toplantıları,eğlenceleri.Allah'ım,empati yaptığımızda bile insanın içine bir şeyler oturuyor.
Yazarın hatıralarında bir şey var ki,çok üzdü beni.
Joseph Roth geliyor bir gece Zweig'e.Eşinin akıbetini soruyor.(Roth'un eşinin) Eşi Yahudi ve akıl hastası. Bir gece eve gelip götürüyorlar onu ve bir daha haber alamıyor Roth ondan.Zweig için rahat olsun diyor Roth'a,eşin iyi rahatı yerinde.İsviçre'de tedavi oluyor. Ama yalan. Gestapo tarafından aranan Frederike Roth (tesadüfe bakın ki onun eşinin adı da Frederike) bir gece bulunduğu evinden apar topar götürülüyor ve bir kamyona bindiriliyor.Bu kamyonda başka akıl hastaları da var. Hep birlikte Linz psikiyatri hastanesine varıyorlar ve akıl hastalarının striknin enjekte edilmek suretiyle elenmesini hedefleyen Aktion T4 adlı Nazi programı doğrultusunda,Frederike Roth ve diğer hastalar katlediliyor.
Ne büyük acılar bunlar.Hayatım boyunca unutamayacağım bir hikaye.
Zweig yarının bugünden daha kötü olacağına inanıyordu.Nitekim öyle de oldu.
Gamalı haçın yüzyıllarca Avrupa'nın üzerinde dolaşacak bir kara bulut olduğunu düşünüyordu.
Hepimizin okuyup ders alması gereken bir kitap.
Kimse inançları yüzünden yargılanmasın,acı çekmesin diye.
Herkese mutlu bayramlar.
13 Ekim 2012 Cumartesi
Ben ben ben
Alya'nın yanında onun hoşuna gidecek bir şey yapma önerisi konuşulduğu zaman döner hemen "ben ben ben" der.Yani "ben de istiyorum" anlamı taşıyor bu ben ben'ler. Yazımın başlığı da işte ben,bendeniz ve de deli hallerim.
Kantinde otururken arkadaşıma dedim ki;"e mesela yeni bir kitap görünce çok heyecanlanıyorum." Mana veremedi,gözlerinden anlaşılıyordu. Aslında gerçekten çok heyecanlanıyorum. Yani kitaplarımsız düşünemiyorum kendimi ve hepsini ayrı ayrı seviyorum.
Kitapların kokularını ezberledim.
Bir çeşit psikopata bağlama durumuyla karşı karşıyayız sayın okuyan.
Sizin hiç bitmesin diye başladığınız kitaplarınız oldu mu?Benim oldu.
Nasıl tatlılar ki,anlatamam.
Bebeklerim.
Bebeklerim demişken vaktiyle oyuncaklarıma bile böyle değer vermemiş olabilirim. (Bir bebeğimin saçını yeşile boyamışlığım vardı;hayatımın hiç bir alanında en sevdiğim renkten ödün vermedim.)
Babam her zaman dertlerini işine anlattığını söyler;ben kitaplarıma anlatırım.
Annem yemeklerine sevgi kattığını söyler,ben kitaplarıma sevgi katarım.(annem klişeciymiş dağılalım)
İşte durum böyleyken böyleyken,şu üç hafta başıma gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi. Elime kitap alamadım.Resmen dağıldım.Hangi kitaba başlasam yarım kaldı.Neye elimi atsam kurudu.Bir türlü konsantre olamıyordum.
Öyle derken çok sevgili dostumun ödünç verdiği Oğullar ve Rencide Ruhlar'a başlayayım dedim.Ve de iyi ki başladım. Çok farklı bir tarzla karşı karşıyayım,Alper Canıgüz'ü tanıyorum Afili Filintalar'dan ve Murat Menteş de okumuşluğum var ama,tabi beş parmağın beşi bir olur mu?
Tarzı çok hoşuma gitti. Kitapta 5 yaşında bir çocuk var;tam bir bilmiş.Nasıl desem;büyümüş de küçülmüş gibi veya,5 yaşındaki bir vücuda büyük biri konmuş gibi.Betimlemeler tam,ve hayatın içinden.Çaktırmadan arka planda dönen polisiye olay da çok sürükleyici.
Bizim 5 yaş en son bıraktığımda rakı içiyordu zaten.
Sonuç olarak kitap ve süreli yaıyn depresyonumu geride bıraktım bu kitap sayesinde.Kendini seven herkes okusun.
Allah da bu acıyı bana bidaha yaşatmasın.
ailenizin delisi
Kantinde otururken arkadaşıma dedim ki;"e mesela yeni bir kitap görünce çok heyecanlanıyorum." Mana veremedi,gözlerinden anlaşılıyordu. Aslında gerçekten çok heyecanlanıyorum. Yani kitaplarımsız düşünemiyorum kendimi ve hepsini ayrı ayrı seviyorum.
Kitapların kokularını ezberledim.
Bir çeşit psikopata bağlama durumuyla karşı karşıyayız sayın okuyan.
Sizin hiç bitmesin diye başladığınız kitaplarınız oldu mu?Benim oldu.
Nasıl tatlılar ki,anlatamam.
Bebeklerim.
Bebeklerim demişken vaktiyle oyuncaklarıma bile böyle değer vermemiş olabilirim. (Bir bebeğimin saçını yeşile boyamışlığım vardı;hayatımın hiç bir alanında en sevdiğim renkten ödün vermedim.)
Babam her zaman dertlerini işine anlattığını söyler;ben kitaplarıma anlatırım.
Annem yemeklerine sevgi kattığını söyler,ben kitaplarıma sevgi katarım.(annem klişeciymiş dağılalım)
İşte durum böyleyken böyleyken,şu üç hafta başıma gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi. Elime kitap alamadım.Resmen dağıldım.Hangi kitaba başlasam yarım kaldı.Neye elimi atsam kurudu.Bir türlü konsantre olamıyordum.
Öyle derken çok sevgili dostumun ödünç verdiği Oğullar ve Rencide Ruhlar'a başlayayım dedim.Ve de iyi ki başladım. Çok farklı bir tarzla karşı karşıyayım,Alper Canıgüz'ü tanıyorum Afili Filintalar'dan ve Murat Menteş de okumuşluğum var ama,tabi beş parmağın beşi bir olur mu?
Tarzı çok hoşuma gitti. Kitapta 5 yaşında bir çocuk var;tam bir bilmiş.Nasıl desem;büyümüş de küçülmüş gibi veya,5 yaşındaki bir vücuda büyük biri konmuş gibi.Betimlemeler tam,ve hayatın içinden.Çaktırmadan arka planda dönen polisiye olay da çok sürükleyici.
Bizim 5 yaş en son bıraktığımda rakı içiyordu zaten.
Sonuç olarak kitap ve süreli yaıyn depresyonumu geride bıraktım bu kitap sayesinde.Kendini seven herkes okusun.
Allah da bu acıyı bana bidaha yaşatmasın.
ailenizin delisi
9 Eylül 2012 Pazar
Görünmez Tonino :))
Bu sefer çocuk kitabımın baş kahramanı aslında bir zamanlar hepimizin yaşadığı şeyleri yaşamış bir çocuk,Tonino. Yani rahat olun,ejder falan yok :) Tonino okula gitmek istemeyen bir kardeşimiz,tabi hepimizin geçtik bu yollardan;ben kendimi okumak harici bir yerde düşünemezken bile,üniversiteye kadar okula gitmek istemediğim gün çok oldu.
Tonino kompozisyon ödevlerini ve matematik problemlerini çok boş buluyordu. Hatta yoklamalarda,okulda,ödevlerin kontrolünde hep yok olmak hayaliydi. Doğum gününde içinden geçirdiği şey de işte buydu: "keşke görünmez olsam"
Ertesi gün okula gittiğinde yoklamada adı okundu ve buradayım demesine rağmen kimse onu duymadı,fark etmedi.Böylece Tonino'nun görünmezlik macerası başladı.Dileği kabul olmuştu.Başlangıçta çok sevindi. Ödevlerini yapmasına gerek yoktu mesela.
Otobüste bir yere oturdu,ve üzerine 10bin tonluk(!) birinin oturmasından kıl payı kurtuldu. Pastaneden kestane şekeri çalarken,suç bir başkasının üzerine kaldı ve ortalık karıştı. Bu gibi kötü olaylar yaşanırken Tonino için kuşkusuz en kötüsü arkadaşları oyun oynarken dışarıda kalmasıydı. Çünkü kimse onu fark etmiyordu.Eve gittiğinde de anne ve babası fark etmedi. Aslında anne ve babasını ne kadar çok sevdiğini fark etti.
Sonra apartman komşusu küçük Paola ile tanıştı.Paola onu görebiliyordu,çok şaşırdı Tonino.Durumu ona anlattı ve birlikte Paolanın evine gittiler. Kahramanımız açlıktan ölüyordu. Paola ona çıtır çıtır bir sandviç hazırladı.Tonino'ya göre bu hayatında yediği en güzel sandviçti. Sonra Paola ödevlerini yaparken onu seyretti.
Sonuca geçmeden önce şunu paylaşmak istiyorum.Tonino ve arkadaşları okulun çıkış zili çalmadan önce toplanırlarmış. Yani zil çalmasına sadece 4-5 dakika kala. Ve o şekilde öğretmeni dinlerlermiş. Öğretmen ise inatla ve ısrarla coğrafya kitabından sayfa 40ı açın falan şeklinde anlatmaya devam edermiş.Allah aşkına böyle sorunlu hocalarla karşılaşmayanımız var mıydı? Okurken tüylerim diken diken oldu.10 dakika önce bıraksan ne olur? Zalımsın hoca.
Sonra Tonino anladı ki;
"Ödevler,problemler,kompozisyonlar aslında çok saçmadır ve onlara sadece çözülmesi gereken engeller gözüyle bakarsak hayat bizim için daha güzel olabilir."
"Engellerimiz bittiğinde babamızla oturup çene çalabiliriz."
Aslında ne kadar güzel.Sınavlarımıza sadece hayattaki engellerden bir tanesi gözüyle bakamaz mıyız? Bitirince yine gidip babamızla otururuz :)
7 Eylül 2012 Cuma
Haydn'ın Kafasını Kim Kestiyse İtiraf Etsin...
Haddini bilmek.
İşte bütün mesele bu.Ben de kendi çapımda haddini bilmeye çalışan bir insan olduğum için müzik hakkında hiç yorum yapmam.Kendi halimde Coldplay ve diğer sevdiğim bazı müzikleri dinlerim.Şu iyiymiş bu bilmemneymiş falan gibi teknik yorumlardan çok uzaktayım;kısacası söz konusu müzikse sadece dinlerim. Dolayısıyla Mozart gibi büyük müzisyenlere saygı duyarım,yaşam öykülerini belki biraz bilirim ama bu kadar. Ama işte bir kitap okudum,biraz daha yaklaştım müzik dünyasına.
Kırkmerak dizisini duydunuz mu? Ben duymakla kalmadım,ba-yıl-dım.
Ansiklopedik bazı bilgileri,o kadar güzel yolla anlatan bir kitap dizisi Kırkmerak.
İşte Mozart'ı Kim Öldürdü Haydn'ın Kafasını Kim Kesti de Kırkmerak dizisinin çıkan son kitabı. 2 günde bitirdim. Hem çok heyecanlandım,hem şaşırdım.Hem oradaki müzikleri merak ettim gerçekten,ve de dinledim! Beğendim :) Koskoca müzisyenler zaten,yorum yapma gereği duymuyorum.
Çok ilginç bilgiler var kitapta,şaşırtıcı. Unutmamamız gereken şey şu ki müzisyenler gibi topluma mal olmuş insanlar da aslında bir "insan" Yani kendi hayatları var,kendi sırları var,kendi huyları var.Onları ortak paydada toplayan şey müzik yetenekleri.
Homoseksüel de olabilirler,eşleriyle gelişigüzel bir şekilde evlenmiş olabilirler,borç içinde yüzüyorlardır,veya hayata çok negatif bir pencereden bakıyorlardır.Hiçbir şey bilemiyoruz.Aslında bu diğer insanları hesaba kattığımız zaman da böyle. Kimsenin içini bilemiyoruz. (Bkz.kol kırılır yen içinde ve türevi anane sözlerimiz)
Örneğin Mozart. Biyografisinde ölüm şekli başka başka yazılmış.Zehirlendiğini de düşünenler var.
Ben en çok Haydn'ın öyküsüne takıldım.Ölümünden yaklaşık 10 yıl sonra mezarı açıldığında kafasını bulamıyorlar. Daha sonra kafasının kafatası koleksiyoncuları tarafından ele geçirildiğini anlıyorlar. Kafayı geri alıyorlar almasına,çünkü amaçları rahmetliye huzurlu bir kabir hayatı yaşatabilmek.Fakat sonradan anlaşılan o ki kafa aslında Haydn'a ait değil. Olaylar olaylar :))
İyi okumalar müzikseverler ,haddini bilenler bilmeyenler :)
İşte bütün mesele bu.Ben de kendi çapımda haddini bilmeye çalışan bir insan olduğum için müzik hakkında hiç yorum yapmam.Kendi halimde Coldplay ve diğer sevdiğim bazı müzikleri dinlerim.Şu iyiymiş bu bilmemneymiş falan gibi teknik yorumlardan çok uzaktayım;kısacası söz konusu müzikse sadece dinlerim. Dolayısıyla Mozart gibi büyük müzisyenlere saygı duyarım,yaşam öykülerini belki biraz bilirim ama bu kadar. Ama işte bir kitap okudum,biraz daha yaklaştım müzik dünyasına.
Kırkmerak dizisini duydunuz mu? Ben duymakla kalmadım,ba-yıl-dım.
Ansiklopedik bazı bilgileri,o kadar güzel yolla anlatan bir kitap dizisi Kırkmerak.
İşte Mozart'ı Kim Öldürdü Haydn'ın Kafasını Kim Kesti de Kırkmerak dizisinin çıkan son kitabı. 2 günde bitirdim. Hem çok heyecanlandım,hem şaşırdım.Hem oradaki müzikleri merak ettim gerçekten,ve de dinledim! Beğendim :) Koskoca müzisyenler zaten,yorum yapma gereği duymuyorum.
Çok ilginç bilgiler var kitapta,şaşırtıcı. Unutmamamız gereken şey şu ki müzisyenler gibi topluma mal olmuş insanlar da aslında bir "insan" Yani kendi hayatları var,kendi sırları var,kendi huyları var.Onları ortak paydada toplayan şey müzik yetenekleri.
Homoseksüel de olabilirler,eşleriyle gelişigüzel bir şekilde evlenmiş olabilirler,borç içinde yüzüyorlardır,veya hayata çok negatif bir pencereden bakıyorlardır.Hiçbir şey bilemiyoruz.Aslında bu diğer insanları hesaba kattığımız zaman da böyle. Kimsenin içini bilemiyoruz. (Bkz.kol kırılır yen içinde ve türevi anane sözlerimiz)
Örneğin Mozart. Biyografisinde ölüm şekli başka başka yazılmış.Zehirlendiğini de düşünenler var.
Ben en çok Haydn'ın öyküsüne takıldım.Ölümünden yaklaşık 10 yıl sonra mezarı açıldığında kafasını bulamıyorlar. Daha sonra kafasının kafatası koleksiyoncuları tarafından ele geçirildiğini anlıyorlar. Kafayı geri alıyorlar almasına,çünkü amaçları rahmetliye huzurlu bir kabir hayatı yaşatabilmek.Fakat sonradan anlaşılan o ki kafa aslında Haydn'a ait değil. Olaylar olaylar :))
İyi okumalar müzikseverler ,haddini bilenler bilmeyenler :)
22 Ağustos 2012 Çarşamba
Alya'dan müsebbib çocuk kitapları da okuyorum artık :) Ya ben ona okuyorum,ya da önceden okuyup sonra ona anlatıyorum.
Bu ay birlikte Ejder Çocuk'u okuduk.Kitapsever bir insan olarak ben zaten kitapları seviyorum ama bu kitabın kapağı özellikle Alya'nın çok hoşuna gitti.Kapağını uzun zaman inceleyip yorumlar yapabiliyor mesela.Bu düşmüş,bu çocuk falancanın arkadaşı falan gibi :)) Görseniz kahkahalarla gülersiniz.Ayrıca kitabın başında "Bu kitabın sahibi..." yazıyor,biz de oraya hemen Alya yazdık. Çok hoş gerçekten.
Min Yeşil Balıklar Ülkesi'nde yaşayan bir kızdır ve çok kötü kalplidir. (tipbox adlı blogumda tarif ettiğim kızı hatırlarsınız belki,işte o kızın küçüklüğü.sürekli birilerini eleştirip,kırıcı ve acı bir dil kullanan küçük şeytannn :D ) Mesela biraz toplu olan arkadaşına yağ topu dermiş,sürekli arkadaşlarına kötücül lakaplar takarmış.Erkekler arasında çok popüler değilmiş bu kız. Ama kız arkadaşlarının içinde çok popülermiş ve bu kızlar sürekli onu örnek alırlarmış.(Kitapta da gördüğümüz gibi küçükken sürekli bu tip kızları örnek alıyoruz,ondan sonra da al sana bozuk arkadaş çevresi.E ama örnek alanlar da haklı,sivri dilli bir küçükle nasıl başka türlü baş edebilirsin ki 9 yaşındayken?)
Bir gün Min 9.doğum günü için parti yapmaya karar vermiş.Bahsi geçen kızları da davet etmiş partisine. Daha onceden aptal istiridye adini taktigi Liu da gelmis partisine. Cok hos bir paketin icinde,guzel bir ayna sunmus arkadasi Min'e. Fakat Min cok sinirlenmis, "ne kadar saygisiz bir hediye bu" diye azarlamis Liu'yu. Oyle derken Liu ve ailesini korumakla gorevlendirilmis olan ejderha cikagelmis ve Min'i cezalandirmis. Bir yil boyunca ona ejderha olma cezasi vermis cunku ne kadar kirici bir insan oldugunu ancak bu şekilde anlayabilirmiş Min.
Sonra Min icin maceralar başlamiş,yeni ejderha vucudunda...
Once ayaği kesildigi icin ona yardim eden teyzeden yardimseverligin onemini ve yumusakligi ogrenmis,ardindan da nezaketi.
Nezaket bulasicidir.
Yasli teyzenin yanindan ayrildiktan sonra bir ciftci ve hanimi yoldaslik etmis Mİn'e. Ciftcinin ona kattigi en guzel sey ise ise yaramak duygusu olmuş. Cunku ise yaradigini anlayan cocugun özgüveni de yuksek olur.
Tüm bu maceralari yasarken ailesini feci sekilde ozlemis Min.Ağlamanin nasil bir duygu olduğunu ogrenmis,daha önce aglatan oyken simdi aglayanlarin da halinden anlar olmuş.
Geriye kalan şey Liu'yu koruyan ejderhayla arasini duzeltmek olan Min ciftcinin yanindan ayrilmis. Kendini doğum gununden tam bir gun once Liu'nun evinde olacak şekilde ayarlamis ve onlardan özur dilemiş.
Sözcükler böyledir işte,bir kere havaya dagildilar mi geriye alamazsin onlari.
Min nezaketin yorucu oldugunu ama buna degecegini ogrenmisti.
Son sinavi,ozur diledikten sonra eve ejderha seklinde gidecek olmasiydi.Evde annesi ve babasi gozyasi dokerek onu beklemekteydi.
Cocuklarinin kabahatlerini en son anneler ve babalar gorur.
Anne babasini gorunce gozyaslarina hakim olamayan Ejder Min,kitabin sonunda yeniden insan haline döndü.
Herkesi sevmek zorunda degiliz,hatta sevmediklerimizin sayisi sevdiklerimizden daha coktur.Ama birazcik nezaket sayesinde birlikte yasayabiliriz.
Kitabın sonunda,bu kitap hakkındaki düşüncelerimiz sorulmuş.Orayı Alya büyüyünce doldurmak üzere boş bıraktım.
Ayrıca sonuna "Okumaktan hiç vazgeçmemen dileğiyle" yazılmış,benim yerime Can Yayınevi yazmış,ona da buradan teşekkürler. ;)
Bu ay birlikte Ejder Çocuk'u okuduk.Kitapsever bir insan olarak ben zaten kitapları seviyorum ama bu kitabın kapağı özellikle Alya'nın çok hoşuna gitti.Kapağını uzun zaman inceleyip yorumlar yapabiliyor mesela.Bu düşmüş,bu çocuk falancanın arkadaşı falan gibi :)) Görseniz kahkahalarla gülersiniz.Ayrıca kitabın başında "Bu kitabın sahibi..." yazıyor,biz de oraya hemen Alya yazdık. Çok hoş gerçekten.

Bir gün Min 9.doğum günü için parti yapmaya karar vermiş.Bahsi geçen kızları da davet etmiş partisine. Daha onceden aptal istiridye adini taktigi Liu da gelmis partisine. Cok hos bir paketin icinde,guzel bir ayna sunmus arkadasi Min'e. Fakat Min cok sinirlenmis, "ne kadar saygisiz bir hediye bu" diye azarlamis Liu'yu. Oyle derken Liu ve ailesini korumakla gorevlendirilmis olan ejderha cikagelmis ve Min'i cezalandirmis. Bir yil boyunca ona ejderha olma cezasi vermis cunku ne kadar kirici bir insan oldugunu ancak bu şekilde anlayabilirmiş Min.
Sonra Min icin maceralar başlamiş,yeni ejderha vucudunda...
Once ayaği kesildigi icin ona yardim eden teyzeden yardimseverligin onemini ve yumusakligi ogrenmis,ardindan da nezaketi.
Nezaket bulasicidir.
Yasli teyzenin yanindan ayrildiktan sonra bir ciftci ve hanimi yoldaslik etmis Mİn'e. Ciftcinin ona kattigi en guzel sey ise ise yaramak duygusu olmuş. Cunku ise yaradigini anlayan cocugun özgüveni de yuksek olur.
Tüm bu maceralari yasarken ailesini feci sekilde ozlemis Min.Ağlamanin nasil bir duygu olduğunu ogrenmis,daha önce aglatan oyken simdi aglayanlarin da halinden anlar olmuş.
Geriye kalan şey Liu'yu koruyan ejderhayla arasini duzeltmek olan Min ciftcinin yanindan ayrilmis. Kendini doğum gununden tam bir gun once Liu'nun evinde olacak şekilde ayarlamis ve onlardan özur dilemiş.
Sözcükler böyledir işte,bir kere havaya dagildilar mi geriye alamazsin onlari.
Min nezaketin yorucu oldugunu ama buna degecegini ogrenmisti.
Son sinavi,ozur diledikten sonra eve ejderha seklinde gidecek olmasiydi.Evde annesi ve babasi gozyasi dokerek onu beklemekteydi.
Cocuklarinin kabahatlerini en son anneler ve babalar gorur.
Anne babasini gorunce gozyaslarina hakim olamayan Ejder Min,kitabin sonunda yeniden insan haline döndü.
Herkesi sevmek zorunda degiliz,hatta sevmediklerimizin sayisi sevdiklerimizden daha coktur.Ama birazcik nezaket sayesinde birlikte yasayabiliriz.
Kitabın sonunda,bu kitap hakkındaki düşüncelerimiz sorulmuş.Orayı Alya büyüyünce doldurmak üzere boş bıraktım.
Ayrıca sonuna "Okumaktan hiç vazgeçmemen dileğiyle" yazılmış,benim yerime Can Yayınevi yazmış,ona da buradan teşekkürler. ;)
21 Ağustos 2012 Salı
Karganın Güldüğü
Selamlar ve iyi bayramlar :)
Bu bayram kendime hediye ettiğim kitabın ismi Karganın Güldüğü...
Okumak isteyişimin sebebi ise bu kitabı sevdiğim tarzdaki Hollywood filmlerine benzetiyor oluşum. Şöyle açıklayayım. Bazı romantik komedi filmlerinde (bağışlayın,filmin türünü tam olarak bilmiyorum) bir çok hayatın öyküsü gözler önüne serilir. Bu kişiler birbirinden bağımsızdır ilk bakışta.(Sevgili rahmetli Maeve Binchy'nin de kitapları böyledir. Nur içinde yatsın. Aklıma geldikçe dua ettiğim nadir insanlardandır;kitaplarını sevmem dışında kendisine değişik bir bağ ile bağlandığım bir kadın.)
Evet ilk bakışta birbirinden bağımsız hayatlar yaşıyormuş gibi gözüken aileler,hayatlar görürsünüz.Filmin sonunda bu hayatlar birleşir,bağlantılar ortaya çıkar ve taşlar yerine konur.
İşte Karganın Güldüğü de böyle bir kitap. Dağın görünen yüzünde ciddi polisiye olaylar dönüyor. Cinayetler,ölümler,sırlar... 12 değişik öyküde bunlar var. Daha sonra 13. ve sonuncu öyküde olaylar açıklığa kavuşuyor.
Hikayeler genel itibariyle Ege'de geçiyor.Öykülerde mükemmel bir psikolojik tasvir var: Mesela küçük kız Gül ve küçücük yaşına rağmen şahit olduğu garip ölüm ve olaylar,Gül'ün yalnızlığı,yazları hapsolduğu küçük Ege kasabası ve bulamadığı o destek... Hepsi çok güzel anlatılmış.Sonraki öyküde büyüyüp de koskoca doktor olan Ömer Bey'in aslında tarih öğretmeninin küçükken ona yaptıklarını hatırlayışı,eşi tarafından aldatılan Gülnur'un yaşadığı psikolojik travma ve Atıfet Teyze'den gelen mükemmel yardımseverlik. Herşey çok güzel tasvir edilmiş.
Dediğim gibi ilk 12 öyküdeki meselelerde geçen kişileri son öyküde tekrar bulmak mümkün.İşte en çok keyif aldığım tarz filmler böyle oluyor :) Eğer siz de seviyorsanız bu kitap tam size göre.
Bu bayram kendime hediye ettiğim kitabın ismi Karganın Güldüğü...
Okumak isteyişimin sebebi ise bu kitabı sevdiğim tarzdaki Hollywood filmlerine benzetiyor oluşum. Şöyle açıklayayım. Bazı romantik komedi filmlerinde (bağışlayın,filmin türünü tam olarak bilmiyorum) bir çok hayatın öyküsü gözler önüne serilir. Bu kişiler birbirinden bağımsızdır ilk bakışta.(Sevgili rahmetli Maeve Binchy'nin de kitapları böyledir. Nur içinde yatsın. Aklıma geldikçe dua ettiğim nadir insanlardandır;kitaplarını sevmem dışında kendisine değişik bir bağ ile bağlandığım bir kadın.)
Evet ilk bakışta birbirinden bağımsız hayatlar yaşıyormuş gibi gözüken aileler,hayatlar görürsünüz.Filmin sonunda bu hayatlar birleşir,bağlantılar ortaya çıkar ve taşlar yerine konur.
İşte Karganın Güldüğü de böyle bir kitap. Dağın görünen yüzünde ciddi polisiye olaylar dönüyor. Cinayetler,ölümler,sırlar... 12 değişik öyküde bunlar var. Daha sonra 13. ve sonuncu öyküde olaylar açıklığa kavuşuyor.
Hikayeler genel itibariyle Ege'de geçiyor.Öykülerde mükemmel bir psikolojik tasvir var: Mesela küçük kız Gül ve küçücük yaşına rağmen şahit olduğu garip ölüm ve olaylar,Gül'ün yalnızlığı,yazları hapsolduğu küçük Ege kasabası ve bulamadığı o destek... Hepsi çok güzel anlatılmış.Sonraki öyküde büyüyüp de koskoca doktor olan Ömer Bey'in aslında tarih öğretmeninin küçükken ona yaptıklarını hatırlayışı,eşi tarafından aldatılan Gülnur'un yaşadığı psikolojik travma ve Atıfet Teyze'den gelen mükemmel yardımseverlik. Herşey çok güzel tasvir edilmiş.
Dediğim gibi ilk 12 öyküdeki meselelerde geçen kişileri son öyküde tekrar bulmak mümkün.İşte en çok keyif aldığım tarz filmler böyle oluyor :) Eğer siz de seviyorsanız bu kitap tam size göre.
Not: Kapağındaki karga Alya'nın en iyi arkadaşı oldu. :))
14 Ağustos 2012 Salı
Baba,Oğul ve Kutsal Roman

Baba,Oğul ve Kutsal Roman bu yıl Nisan ayında Can Yayınlarından çıkmış.Öncelikle başlangıcındaki özlü söz beni düşündürdü.Paylaşmak gerekirse:
"Gerçekten rüya görüyorsam,
belleğimi durdur ulu Tanrım,
tek bir rüyanın bunca hayali
barındırması olanaksız;
hepsinden kurtulup aklından çıkarana ne mutlu."
(Pedro Calderon De La Barca,Hayat Bir Ruyadır,1635)
Böyle bir sözün 1635'te söylenmiş olması çok rahatlatıcı değil mi? Ben özellikle kendi açımdan çok rahatlatıcı buldum. Çünkü bu muhterem kişi de belleği dursun istiyor,ve hepsini aklından çıkarıp atabilen ne mutlu oluyor ona göre. Allah'ım ne kadar güzel söylenmiş kelimeler,ve müthiş uyumlu.Umarım bir gün herkes onu rahatsız edeni aklından çıkarıp atma gücüne nail olur.
Başlangıçta iki kısa öykü var.Sonradan anlıyoruz ki romanın geri kalanında hayatının kısa bir kesitini okuduğumuz yazarın 2 öyküsü bu.Öyküler çok güzel;kitabın kalanıyla da çok güzel bir bütün oluşturmuş.(Başlangıçta mana veremeseniz de.)
Ufak bir uyarım olacak.Şart değil tabii ama kitabı okumadan önce mesela Ahmet Hamdi Tanpınar ve onun genel roman ve öyküleri hakkında biraz bilgi edinirseniz çok güzel olur.Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Hikayeler adlı kitabında biraz Freud,biraz olağandışılık,gerçekdışılık vardır.İşte bu kitapta da oradan göndermeler ve benzetmeler var.Hikayeler adlı kitabını okuduktan sonra Baba,Oğul ve Kutsal Roman beyninize cuk oturuyor.
Kitabın ana karakteri bir yazar. Geçmişinden gelen kadın ve köpeğini gezdirirken tanıştığı genç kız arasında gidip gelmeleri;geçmişin izleri ve bilinçaltı sebebiyle sürekli gördüğü değişik rüyalar çerçevesinde çizilmiş.Köpeği sürekli rüyalarında;ve yukarıda bahsettiğim gibi Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Hikayeler adlı kitabından alıntılarla süslenmiş bu rüyaların bazıları.
Extradan:aşırı eğlenceli bir kitap! Yüzüklerin Efendisinin Gollum'uyla Tutunamayanların Olric'i birleşmiş,enfes bir içses yaratılmış.İçses zaman zaman güldürüyor,zaman zaman (ağlatmıyor merak etmeyin) rüyalarda boy gösteriyor.
Daha fazla önbilgi vermek istemem,zira kitabın tadı kaçmasın!
Okumak isteyen herkese keyifli okumalar,ama bence hiç düşünmeden okunacak kitaplardan biri :)
8 Ağustos 2012 Çarşamba
Aksam vakti gercekten bi yilginlik ve bir uzuntu geliyor uzerime ve sanki yikiyor beni. Hasta gibi hissediyorum kendimi ve biliyorum ki ilaci da annem... Hemen telefona sariliyorum. Annemin sesini duyar duymaz geciyor tum sikintilar.
Nasil sinirleniyoruz annelerimize bazen veya nasil kopuyorlar insanlar annelerinden bilinmez,tabii ki ekstra durumlar vardir. Ama anne ile cocugu arasindaki anahtar kilit iliskisini hic dusundunuz mu? Annenin iyilestirici etkisi bence enzim substrat iliskisi gibi :) bu durumda biz substratiz anne de enzim.
Yani onlar bizim enzimimiz!
Almadan veren dostmus anne. Ne kadar dogru bir soz. Kokusunu duyunca butun dertlerin unutuldugu,arka plana itildigi essiz kadin,annemiz.
Nasil sinirleniyoruz annelerimize bazen veya nasil kopuyorlar insanlar annelerinden bilinmez,tabii ki ekstra durumlar vardir. Ama anne ile cocugu arasindaki anahtar kilit iliskisini hic dusundunuz mu? Annenin iyilestirici etkisi bence enzim substrat iliskisi gibi :) bu durumda biz substratiz anne de enzim.
Yani onlar bizim enzimimiz!
Almadan veren dostmus anne. Ne kadar dogru bir soz. Kokusunu duyunca butun dertlerin unutuldugu,arka plana itildigi essiz kadin,annemiz.
Tip box
En çok gördüğüm kız prototipi karşısındaki kızı kıskandığı için durma dursun onu aşağılayandır. Bu türler genelde yazlık kenarlarında bulunur veya genelde okulu uzatan,hayattan nasibini alamamış,sevgilisi bir türlü olamamış,olsa da bunu tanır tanımaz kaçmış kızlardan oluşur.
Bu tür kızların elleri ayakları küçük olur,el bakımından falan hiç anlamazlar. Başlangıç olarak karşı tarafın elinden,ayağından,yüz hatlarından,boyundan kilosundan,kaşından gözünden,göğsünden ve de poposundan çemkirirler. (Arkadaşım,görüyorsun kıskanmak kolay bir iş değil. O yüzden bulaşma sakın) Canı sıkılınca saçını boyatmak ister,ama aslında bilir ki ondan da sıkılacak. Her sokağa bi tane kurulan çakma parfümcüden bilmemkaç kuruşa aldığı parfümünü her durakta bir kez sıkarak hem sizi yakar hem de ozon tabakasına bir semer de o vurur.
Aile hayatı zayıftır bu yüzden karşı tarafın aile hayatı onu çok rahatsız eder. Annen seni aramıyorsa annen neden aramıyor hiç mi merak etmiyor seni diyerek içine kurt düşürmeye çalışır.Annen arasa ay ne çok arıyo seni ne banal der. Herşeye kulp takmaya devam eder. Hayatı bunun üzerine kuruludur.
Eğer sevgilin varsa dünyanın en çirkin ve odun kişisidir bu kızcağız tipine göre.Yaşı küçük gibi duruyordur.Sen bir ilişkiye hazır değilsindir. Hemen ayrılmalısındır.
Okuduğun bölüm ve üniversiteye değinmiyorum bile. Össye girip 2 soru çözmüşsündür ona göre. İşsiz kalacaksındır. Tercih listene bakıp ay buraya da mı yetti puanın diyebilir.
Kendi hayatında asla mutlu olamadığı için etraftaki kızlara takılır durur.
Bu tip kızlar asla büyümezler. Evlenip 4 çocuk sahibi olurlar. Sen de salaksındır azcık,hala görüşmeye devam ediyosundur. bu şekilde seninle çocuklarını,kocasını,evini bilmemnesini makul ölçüde yarıştırmaya devam eder.Binlerce para dökerek fakülteye yolladığı kızıyla meclis içinde havalar atar. Öbür kızını okutmamıştır ama onun da zengin kocası mükemmeldir.
Ve sonra kendini mükemmel zannederek ama içine bahşedilmemiş o huzursuzluk içinde ölür.
Bu tür kızların elleri ayakları küçük olur,el bakımından falan hiç anlamazlar. Başlangıç olarak karşı tarafın elinden,ayağından,yüz hatlarından,boyundan kilosundan,kaşından gözünden,göğsünden ve de poposundan çemkirirler. (Arkadaşım,görüyorsun kıskanmak kolay bir iş değil. O yüzden bulaşma sakın) Canı sıkılınca saçını boyatmak ister,ama aslında bilir ki ondan da sıkılacak. Her sokağa bi tane kurulan çakma parfümcüden bilmemkaç kuruşa aldığı parfümünü her durakta bir kez sıkarak hem sizi yakar hem de ozon tabakasına bir semer de o vurur.
Aile hayatı zayıftır bu yüzden karşı tarafın aile hayatı onu çok rahatsız eder. Annen seni aramıyorsa annen neden aramıyor hiç mi merak etmiyor seni diyerek içine kurt düşürmeye çalışır.Annen arasa ay ne çok arıyo seni ne banal der. Herşeye kulp takmaya devam eder. Hayatı bunun üzerine kuruludur.
Eğer sevgilin varsa dünyanın en çirkin ve odun kişisidir bu kızcağız tipine göre.Yaşı küçük gibi duruyordur.Sen bir ilişkiye hazır değilsindir. Hemen ayrılmalısındır.
Okuduğun bölüm ve üniversiteye değinmiyorum bile. Össye girip 2 soru çözmüşsündür ona göre. İşsiz kalacaksındır. Tercih listene bakıp ay buraya da mı yetti puanın diyebilir.
Kendi hayatında asla mutlu olamadığı için etraftaki kızlara takılır durur.
Bu tip kızlar asla büyümezler. Evlenip 4 çocuk sahibi olurlar. Sen de salaksındır azcık,hala görüşmeye devam ediyosundur. bu şekilde seninle çocuklarını,kocasını,evini bilmemnesini makul ölçüde yarıştırmaya devam eder.Binlerce para dökerek fakülteye yolladığı kızıyla meclis içinde havalar atar. Öbür kızını okutmamıştır ama onun da zengin kocası mükemmeldir.
Ve sonra kendini mükemmel zannederek ama içine bahşedilmemiş o huzursuzluk içinde ölür.
Şarkı
Yine aynı şarkı çalıyor,başka dostlar etrafımda der müzisyen. Doğru da der. Esas olan senin içinde aynı şarkının çalabilmesi;dinleyen değişebilir,ama söyleyen değişmesin lütfen.
Normalde ciciş diye adlandırdığım blogları sevmiyorum. (unutulanlar unutanları asla unutmazlar :D ) Hayır hayır... Lütfen takip etmeyi bırakmayın. Unutmak meselesi biraz karışıktır.Biraz da şatifillidir;bugün hiç aklıma gelmedi dediğin zaman bile aslında aklına gelmiş olması çok öldürücü. Ulan koca gün aklıma gelmemiş,aklıma gelmediği aklıma gelince mi sorun oldu dediğinizi duyar gibiyim. Eee bu işler böyle. Kolay mı onca yıllık arkadaslarını unutmak
Dur hele ya neden unutuyorsun peki sen onca yıllık arkadaşlarını? E çünkü frekansımız uyuşmadı. Sonradan frekans değiştirdi. Bla bla. Bu bağlamda bazen erkek olmak ne de güzel olurdu. Sadece futbol için bir araya gelen bir güruh... Aman da aman. Sanki kızlar çok matah şeyler için bir araya geliyorlar da. (Dedikodu is my girl durumları)
Evet önceki karmaşık paragraflarımdan da kolayca anlayabildiğiniz gibi konumuz biten arkadaşlıklar ve sonrasında onları unutmak.Baştan söyleyeyim ki yok öyle bişey.Bi kere zaten unutmak diye bişey yok,hatırlamamak var. (yeni geldi,ithal.bi kez kullan çok rahat ediceksin) Geçimsiz olduğuma kimse inanmak istemiyor aslında ama çok da geçimli sayılmam. Başka dostlar etrafımda'dan tutunamadım'a geçiş yapmak üzereyim.Gerçi insan büyüdükçe hoşgörülü olmayı öğreniyor. Aslında yaptığım şey de hoşgörü göstermek değil,umursamamak. Hayır yani önceki arkadaşlarımın herşeyini umursadım da noldu?Kafalar rahat.Çünkü aynı şarkıda şöyle bir cümle de geçiyor.
"Belli ki çok önemsemişiz."
Kısacası artık rahat yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor blogseverlerim. (sayın dinleyen szinle daha önce kavga etmiş miydik?)
Lisede bir sunum yapmıştım dostlukla alakalı. Gerçekten başarılı bir sunumdu. Her Robinson'un bir Cuma'ya ihtiyacı olduğunu vurgulamıştık beraberce. Ayrılırken hiçbiriyle vedalaşmadan gideceğimi bilmiyordum o zaman tabi. Hayat.
Duvarlarınız varsa hayat gerçekten zor evet. Kimseyle gerçekten samimi olamıyorsun,özeline o kişiyi dahil edemiyorsun. Böyle birşeyde kendinizi karşınızdakinin yerine koyduğunuz zaman o daha zor. Çünkü karşındaki samimiyetsiz insan,sen onla ilgilendikçe senden kaçıyor veya özelini senle bölüşmüyor.Ama duvarlarınız yoksa işte hayat o zaman gerçekten daha zor. (Artık otobüste metroda kafede barda birbirine kanka diyen duvarsız kızları görmek istemiyorum mesela :) )
Her Robinson'un bir Cuma'ya ihtiyacı var mı bilmiyorum artık.Sana Robinson olduğunu hissettirecek Cumalara ihtiyacın var bence.Annemsiz yaşayamam diyen kızları görür gibi oldum şimdi. Annelerden ne de güzel Cuma olur :) Kardeşlerden ... Cumalardan da kardeş olur... Bilemedim şimdi. (Yazar burada kime seslendiğini unutmuş,olur öyle.)
Bir de olanla yetinmek var. O da başka bir günün konusu olsun
Şarkı için : http://fizy.org/#s/1aik6l
(güzel şarkı)
Normalde ciciş diye adlandırdığım blogları sevmiyorum. (unutulanlar unutanları asla unutmazlar :D ) Hayır hayır... Lütfen takip etmeyi bırakmayın. Unutmak meselesi biraz karışıktır.Biraz da şatifillidir;bugün hiç aklıma gelmedi dediğin zaman bile aslında aklına gelmiş olması çok öldürücü. Ulan koca gün aklıma gelmemiş,aklıma gelmediği aklıma gelince mi sorun oldu dediğinizi duyar gibiyim. Eee bu işler böyle. Kolay mı onca yıllık arkadaslarını unutmak
Dur hele ya neden unutuyorsun peki sen onca yıllık arkadaşlarını? E çünkü frekansımız uyuşmadı. Sonradan frekans değiştirdi. Bla bla. Bu bağlamda bazen erkek olmak ne de güzel olurdu. Sadece futbol için bir araya gelen bir güruh... Aman da aman. Sanki kızlar çok matah şeyler için bir araya geliyorlar da. (Dedikodu is my girl durumları)
Evet önceki karmaşık paragraflarımdan da kolayca anlayabildiğiniz gibi konumuz biten arkadaşlıklar ve sonrasında onları unutmak.Baştan söyleyeyim ki yok öyle bişey.Bi kere zaten unutmak diye bişey yok,hatırlamamak var. (yeni geldi,ithal.bi kez kullan çok rahat ediceksin) Geçimsiz olduğuma kimse inanmak istemiyor aslında ama çok da geçimli sayılmam. Başka dostlar etrafımda'dan tutunamadım'a geçiş yapmak üzereyim.Gerçi insan büyüdükçe hoşgörülü olmayı öğreniyor. Aslında yaptığım şey de hoşgörü göstermek değil,umursamamak. Hayır yani önceki arkadaşlarımın herşeyini umursadım da noldu?Kafalar rahat.Çünkü aynı şarkıda şöyle bir cümle de geçiyor.
"Belli ki çok önemsemişiz."
Kısacası artık rahat yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor blogseverlerim. (sayın dinleyen szinle daha önce kavga etmiş miydik?)
Lisede bir sunum yapmıştım dostlukla alakalı. Gerçekten başarılı bir sunumdu. Her Robinson'un bir Cuma'ya ihtiyacı olduğunu vurgulamıştık beraberce. Ayrılırken hiçbiriyle vedalaşmadan gideceğimi bilmiyordum o zaman tabi. Hayat.
Duvarlarınız varsa hayat gerçekten zor evet. Kimseyle gerçekten samimi olamıyorsun,özeline o kişiyi dahil edemiyorsun. Böyle birşeyde kendinizi karşınızdakinin yerine koyduğunuz zaman o daha zor. Çünkü karşındaki samimiyetsiz insan,sen onla ilgilendikçe senden kaçıyor veya özelini senle bölüşmüyor.Ama duvarlarınız yoksa işte hayat o zaman gerçekten daha zor. (Artık otobüste metroda kafede barda birbirine kanka diyen duvarsız kızları görmek istemiyorum mesela :) )
Her Robinson'un bir Cuma'ya ihtiyacı var mı bilmiyorum artık.Sana Robinson olduğunu hissettirecek Cumalara ihtiyacın var bence.Annemsiz yaşayamam diyen kızları görür gibi oldum şimdi. Annelerden ne de güzel Cuma olur :) Kardeşlerden ... Cumalardan da kardeş olur... Bilemedim şimdi. (Yazar burada kime seslendiğini unutmuş,olur öyle.)
Bir de olanla yetinmek var. O da başka bir günün konusu olsun
Şarkı için : http://fizy.org/#s/1aik6l
(güzel şarkı)
8 Haziran 2012 Cuma
Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey
Marc Levy takıntımı bu tatilde yine taçlandırdım. Bu sefer okuduğum kitap "Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey" adlı eseri... Kitabı üç günde bitirmem mi size kanıt olsun diyeyim bilemiyorum fakat gerçekten çok sürükleyiciydi.Aslında yeni bir kitap okuduğum zaman bana kattıklarını da düşünmek güzel ama ben bencilce bana verdiği keyife bakıyorum öncelikle. Bu kitabı okurken hem keyif aldım hem de hayata bakış açım bir parça değişti... Öncelikle benim perspekftim şu 3 yönde değişikliğe uğradı: İlk olarak bence aile ilişkilerimizde dikkat etmemiz gereken noktalar var... Siz şimdi bu cümleleri google'a yazsanız belki milyon tane insanın aynı şeyi söylediğini duyarsınız ve ben de klişe yapmaktan çok çekiniyorum lakin bilmediğimiz bir şey hala var ki bu kadar insan aynı şeyleri ve tecrübelerini bize aktarıyorlar. Anne babalarımızı seçme şansımız olmaması gerçeğine rağmen bizim bu dünyaya gelmemize vesileler ve onlarla olan ilişkilerimize bazen hiç dikkat etmiyoruz. Bir gün bu dünyadan yok olup gittiklerinde (bu konuda yine de kimin önce davranacağı belli olmaz) ya da bir şekilde hayatımızdaki etkileri azaldığında,kısacası bazı şeylerin telafisi mümkün olmadığında,bence hayatımızda büyük bir boşluk oluşacak. O yüzden işleri vakit varken ele almak gerekir. Ana babayla sahip olunan güzel ilişkinin tadı hiçbir şeyde yoktur. Bu konuda atalarımız zaten anası babası olmayanın hiç bir şeyi olmaz diyerek noktayı koymuşlar. Daha sonrasında dikkat ettiğim şey ise insanları hiç anlamadığımız gerçeğidir. Hani aslında Ali B olayını meydana getiriyor ama aslında ortada B olayı falan yok, o size B gibi gözüküyor. Ali aslında başka bir şey yapıyor, ama biz onu malesef yanlış yorumlayarak hayatımıza yön veriyoruz. Bu durumda yapılan 2 yanlışı hemen gözler önüne sermek istiyorum. Birincisi çok fazla yaftalamaya eğilimliyiz,ikincisi de hayatımıza Ali'nin yön vermesine izin vermiş oluyoruz. Kitapta yön vermesi mümkün pozisyonlar olduğu için bunu irdelemiyorum. Lakin yaftalamaktan önce, insanları anlamaya çalışmak daha doğru olacaktır,dikkat etmemiz gereken şey ise anlamak için göstereceğimiz çabaya değecek mi ? Son olarak,aşk için doğru insanı seçmeye çalışmak ve en azından karşımızdakiyle bir ömür geçiremeyeceğimizi fark ettiğimiz an onu oyalamamak kitaptaki arkadaşımızın kazandığı bir özellik olmuş kendisini tebrik etmek gerek,darısı bütün insanların başına =) Bu kitap gerçekten hem beni ağlattı hem de güldürdü. (yine klişe ama gerçek. kitap okurken ağlayabiliyorum.valla bak.) Bence film tadında bir kitaptı, filmini yapsalar hiç fena olmaz. Anladım ki bu kitabı okuduktan sonra yapmam gereken bir diğer iş de Marc Levy'nin diğer kitaplarına saldırmak...
6 Haziran 2012 Çarşamba
Ne Olurdu Gerçek Olaydı?
"İnsan her şeyi yaşayamaz,o zaman esas olanı yaşamak önemlidir;ve her birimiz için “esas” olan farklıdır.“
Kitap okumayı alışkanlık haline getirmiş insanların bu konuda çeşitli tarzları olabilir. Mesela ben,karşıma iyi bir kitap çıkarsa,sonrasında o kitabın yazarının diğer kitaplarını da okurum.Bu sıralar bu iyi yazar benim için Marc Levy.
Bu hafta Marc Levy’nin Keşke Gerçek Olsa adlı kitabını okudum.Mistik öğelerin ağır bastığı bir kitap çünkü romanın ana karakterlerinden Lauren,geçirdiği trafik kazası sonucu, stajyer olarak çalıştığı hastanede komaya girince;ruhu bedeninden ayrılıp,eski evinin banyo dolabına yerleşiyor ve burada evine yeni taşınmış genç mimarla tanışıyor:Arthur.Lauren’i yalnızca Arthur görüp hissedebiliyor ve aralarında zamanla duygusal bir yakınlaşma meydana geliyor.Bu yakınlaşmalar sürerken, ötenazi kararı veren hastane ve Arthur’un Lauren’in bedenini hastaneden kaçırmaya kalkışması,en sonunda da Lauren’in kendine gelmesiyle kitap tamamlanıyor.Ağır komalar ve sonrasında dirilenler bize büyük başarıyla ölüleri dirilten dizilerimizi ve senaristlerimizi hatırlatsa da,kitaptaki mistik öğelere bir şans verilebilir diyorum.Ayrıca Harry Potter ve Yüzüklerin Efendisi gibi kültleşmiş kurgu romanlar varken neden sevgili Marc Levy’nin söylediklerini ciddiye almayalım değil mi?
Kitabın fiziksel özelliklerinden söz etmek gerekirse,bölümlerin kısa olması okumayı çok kolaylaştırıyor fakat çok fazla betimleme ve hareket bildiren cümlenin ardarda yer alması insanı okurken sıkabiliyor.Ek olarak, Arthur’un Lauren’e duyduğu hislerin hızlı gelişmesi ve bir anda Lauren’in varlığından mutluluk duymaya başlaması,hikayenin inandırıcılığını yitirmesine yol açıyor.Türkiye şartlarında dolabımızda bir kadınla karşılaşsak ne yapardık bilmiyorum.Hırsız zannedilme ihtimali yüksek.
Lauren’i Arthur’dan başka kimsenin görmemesi bazen Arthur’un başına komik işler açabiliyor.Örneğin restorana gittiklerinde insanlar sürekli kendi kendine konuşan ve el kol hareketleri yapan Arthur’a gülüyorlar.Ayrıca kitapta fazlaca nükteli dialoglar var.Bunlar hikayeyi takip ederken nefes almamızı sağlayan ufak şeyler ve çok hoşlar.
Arthur Lauren’in içinde bulunduğu durumu araştırmak için gerekirse her gün kütüphaneye gidip araştırma yapmaktan çekinmiyor. Bana göre bunun sebebi biraz da mutsuzluk korkusu ve bizi mutlu eden şeyleri kalıcı hale getirme isteğidir.Bizler bu amaçla,bizi mutlu eden şeyi,o hayatımızdan çekip gidene kadar kalıcı hale getirmeye çalışırız;onla olduğumuz dakikaların kıymetini bilmek aklımıza gelmez.Arthur Lauren’in durumuna inanmak istedi,belki de ilk defa böylesine mutlu olduğu için de bütün bu olanları mantıklı bir sebebe dayandırmaya çalıştı.
Kitapta aile ilişkilerimiz de işlenmiş.Annesinin Arthur’a ölmeden önce verdiği tavsiyeler Arthur’un çok düşünceli bir genç adam olarak yetişmesini sağlamış. Buna örnek olarak Arthur’un bazı cümleleri verilebilir:
” Ayaklarına serilen mutluluğu görebilmek,eğilip onu kollarına alacak cesarete sahip olmak...Yürekle elele veren zekadır bu.Yürekten yoksun zeka kuru mantıktır ve çok büyük bir anlam taşımaz.”
“Kimse mutluluğun sahibi değildir;bazen şansımız yaver giderse bir kira sözleşmesi yapıp mutluluğun kiracısı oluruz.Kirayı ödemekte çok titiz davranmak gerekir;yoksa çok çabuk kapı dışarı edilirsin.”
“Arthur: Annem kafamı ideal aşk hikayeleriyle doldurdu;idealler,insanın önünde çok büyük bir engel oluşturuyorlar.
Lauren: Neden?
Arthur:Çıtayı çok fazla yükseltiyorlar.”
Bunlara karşılık Lauren’in tedbiri elden bırakmayan bir yapısı vardı:
“Kendi kendime,yaşamın bir kesitini biriyle paylaştığını öne sürebilmek için,kendinden bir şeyler vermeye gerçekten hazır değilsen,adamakıllı ilişkilere girebileceğine inanmaktan ya da girebilecek gibi gözükmekten vazgeçmen gerekir diyorum.İnsan mutluluğa parmağının ucuyla dokunamaz.”
Son olarak kitabın bir yerinden alıntı yapmak isterim:
“Çünkü biz eğrisini doğrusunu hesaplamaya çalışırken ömür tükenir.”
Keşke Gerçek Olsa, şans verilmesi gereken kitaplardan biri.
18 Şubat 2012 Cumartesi
Kararlarınız Işığınız Olabilir
İnsanlar usanıyorlar geçmişten çıkıp gelen insanlardan, bunaltan ders programından, bunaltan iş programlarından,sürekli birşeyler talep eden,süper-talepkar çevrelerinden. Bir gün,sadece bir gün,hiç birşey yapmadan,güneşin ışıltısı "Kalk artık!" diyene kadar uyumak,bir günlüğüne hiçbir işle meşgul olmamak,bir bebeğin hareketlerini izlemek sadece,ve sevdiğin romanı okumak. Allahım! Günümüzde ne zor şeyler bunlar. Adeta koşuyoruz birşeyleri yakalamak için. Yakalasak sonra mutsuz oluyoruz. Tam bir psikopata bağlama durumu anlayacağınız. Tutunamayanlar'dan bir alıntı: "İnsan bunları neden görür? Daha doğrus neden bunlara takılır aklı? Basit: demek yürümeyen birşeyler var." Yürümeyen çok şey var sevgili takipçilerim. Bu yüzdendir takılır durur aklımız basit şeylere. Bu eşya buraya olmamış,rujum fazla mı kaçmış?,annem biraz gergin miydi bugün?, babam böyle pasta yapmayı nerden öğrendi :))"
Kendi adıma, karar vermekte buldum ben bazı şeylerin sıkıntısını azaltmayı. Elbette başlangıç için ne kadar zor ve biz öğrenci milletinin deyimiyle: "biraz kastırıyor abi!." Ama sonra çok rahatlatıcı. Bulutların üzerinde dolaşıyor gibisin adeta. Siz de bugün bir karar verin gibi kişisel gelişim muhabbetinin önünü açan bir cümle söylemeyeceğim;çünkü biliyorum ki bugün ben bunları yazarken belki bir anne ağlıyor,belki bir insan sokakta yaşamını sürdürmeye çalışıyor, bir çoğunluk işsiz,bir çoğunluk mutsuz ve sadece azınlık mutlu.
Belli bir yere kadar hükmedebiliyorsun hayatına,o yüzden günü geçmemişken hala yönetebileceğini düşündüğün şeyleri yönetebilirsin hala,kararlar alabilirsin korkmadan. Kötü bir karar almanın asılı kalmaktan çok daha mantıklı olabileceği yerler var.
Geçmişten gelenlerin karşısına çıkmazsın,ders programına bir süreliğine katlanma kararı alırsın,talepkar çevrenle konuşursun,kararını duyurursun.Herkes bir şekilde kendine göre bir yol çizebilir. Asılı kalmanın bünyeye zararını gördüm,evet.
Her ilaç gibi başlangıçta kullanımı ne kadar zor. Bünyeyi sarsıyor. Sonra çok rahatlıyorsunuz. Herkes önce bi kendi hayatının iplerini almayı denesin eline,başkasının elinden. Sonra da biz işimize bakalım millet.
Kendi adıma, karar vermekte buldum ben bazı şeylerin sıkıntısını azaltmayı. Elbette başlangıç için ne kadar zor ve biz öğrenci milletinin deyimiyle: "biraz kastırıyor abi!." Ama sonra çok rahatlatıcı. Bulutların üzerinde dolaşıyor gibisin adeta. Siz de bugün bir karar verin gibi kişisel gelişim muhabbetinin önünü açan bir cümle söylemeyeceğim;çünkü biliyorum ki bugün ben bunları yazarken belki bir anne ağlıyor,belki bir insan sokakta yaşamını sürdürmeye çalışıyor, bir çoğunluk işsiz,bir çoğunluk mutsuz ve sadece azınlık mutlu.
Belli bir yere kadar hükmedebiliyorsun hayatına,o yüzden günü geçmemişken hala yönetebileceğini düşündüğün şeyleri yönetebilirsin hala,kararlar alabilirsin korkmadan. Kötü bir karar almanın asılı kalmaktan çok daha mantıklı olabileceği yerler var.
Geçmişten gelenlerin karşısına çıkmazsın,ders programına bir süreliğine katlanma kararı alırsın,talepkar çevrenle konuşursun,kararını duyurursun.Herkes bir şekilde kendine göre bir yol çizebilir. Asılı kalmanın bünyeye zararını gördüm,evet.
Her ilaç gibi başlangıçta kullanımı ne kadar zor. Bünyeyi sarsıyor. Sonra çok rahatlıyorsunuz. Herkes önce bi kendi hayatının iplerini almayı denesin eline,başkasının elinden. Sonra da biz işimize bakalım millet.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)