18 Aralık 2011 Pazar

Prenses ve İdare Lambası

Filmlerde bir klişe vardır. Ölümü yaklaşan beyaz saçlı teyze (ya da amca) kasvetli bir havada gözü yaşlı ve dışarıya bakaraktan,geçmişini düşünür durur. Başına gelenler,arkadaşları,ailesi,sevdiği falan felon derken artık kadıncağız (adamcağız) bir şekilde depresyona hepten girer.

Efendim işte ben bir süredir bu moddayım. Durup dururken "ay çocukken bi de böyle bi olay yaşamıştım hahahoy" ya da "ay lisedeyken bi de bu geldiydi başıma tuh bak" falan şeklindeyim. Gözüm uzaklara dalıp dalıp gitmekte. (Bu konunun sonunu acaba ölecek miyim tarzı bir soruya bağlamayacağım merak etmeyin.)

İşte bu dalıp gitmeler sonucu fark ettim ki ben şımarığın tekiyim. (Kabul edin böyle bir yere bağlayacağımı fark etmediniz.) Bu seferki seyir defterim tamamen kendimle alakalı bir özeleştiriden oluşuyor. Bu kanıya nerden vardın derseniz,işte bu geçmişle alakalı durumlar göz önüme geldikçe ortak bir yargı oluşturdum.

Hayatım boyunca evin en küçüğü olmamdan dolayı zaten evde hep idare edildim. Küçükken oyun oynarken bir tarzım vardı ebe olmazdım! (Ebe kelimesi bana çok uzaktı açıkçası,bir iticilik bulurdum ebe kelimesinde hep) Hani artık kazara ebe olmuşsam,diğer elemanların canına tak ettiyse gidip cazgır bir şekilde annemi çağırırdım ya da ablamı. Onlar da mahcup bir şekilde "idare et" derlerdi arkadaşlarıma. Hatırlıyorum da benim için hiç sorun değildi idare edilmek. (Şimdi zaman zaman üzebilir insanı)  O zaman benim için tek sorun ebe olmamaktı.

Ortaokulda ise idare edildiğimi artık her hücreme kadar hissettim.Bir tartışma sırasında tamam tamam falan derdi en yakın arkadaşım,küstüğümüz zaman önce o adım atardı. Düşünüyorum da çok havalı bir şekilde anlatmıyorum bunları;hatta bir parça mahcup bile oluyorum bazen :) Ama biliyor musunuz aslında beni idare eden tüm insanları çok sevmişim.Belki bu davranışları gördükleri sevgiye karşılıktı bilmiyorum.Ben hiç mi idare etmedim? Yok etmedim.Zaman zaman etsem de kendimi çok kötü hissettim zaten. (Espri yüklü olacağını tahmin etmiştim bu yazının ama cicişliğe yaklaştığını hissediyorum)

Lisede ise (hayatımdaki idare edilişlerimi kronolojik sıraya göre verdiğime inanamıyorum) hiç de benlik bir ortamda bulunmamama rağmen insanlar kendi kapasitelerince beni idare ettiler. Bana benzeyip de benim idare etmemi bekleyen bir kaç kılkuyruk çıkmadı değil ama onları da sepetlemekte gecikmedim. Çünkü onların istediği türden bir idare etmeyi hiç bir insan evladı yapmazdı,onlar benim yaptığım gibi etraflarını,çevrelerini sevmeyi de kabul etmediler.

Şimdi université okuyor olmama rağmen bir şeyleri kavrayamamış olduğumu düşünüyorum. (Evet,kronolojik sıranın sonuna geldik.) Çünkü bir yanım hala idare edilmeyi bekliyor içten içe. Ben de bunu sonradan keşfediyorum.İnsanlar idare ede ede idare lambasına döndüler kanımca.(Buradaki idare lambasını Alaettin'in sihirli lambasına benzetebiliriz mesela.) Ama onların da işi zor. Sonuçta bir prensesle yaşamak hiç kolay değil ama? (Yumurta!!)

27 Eylül 2011 Salı

Çatlak Poğaça

Yine çatlaklık günlerime geri döndüm. Artık mevsimsel veya kızsal döngülere sığdıramadığım bu hisleri taşıdığım için çok üzülüyorum.

Size de oluyor mu bilmiyorum ama uzun zamandır yanımda olan herhangi bir insana birden gıcıklık duymaya başlıyorum. Dünyanın en megaloman ilk 10 insanının içinde yer aldığımdan emin biri olarak söyleyebilirim ki bütün suç benim olamaz evet ama sürekli gel git halinde yaşamak da bünyemi feci olarak yordu. (Fark ettiniz mi cümlem tam bir paragraf oldu.)

Klişelerle aram hiç yoktur ve hiç sevmem ama artık fark ettim ki her insan farklı düşünebiliyor ve her insanın sevdiği,görüştüğü insan ayrı,bu durumda günaydın!! diyeceksiniz belki ama aslında bu bir hoşgörü meselesi değil.Yani Ayşe Fatma'yı benden daha çok seviyor en iyisi saygı duyayım ve ben de Hayriye ile görüşeyim demez kimse. (Evet bildiniz,ben ve Ayşe Fatma Hayriye üçlemem! Çok seviyorum.) İnsanlara ne kadar kibar ve yardımsever davranırsanız o kadar kaçıyorlar sizden. (Çok çok özürlerinize sığınarak içinde deve kelimesinin geçtiği atasözümüzün burada bana çağrışım yaptığını belirtmek istiyorum.)

Bir yandan da aklıma gelen şey;  ne kadar sıcakkanlı bir insan olsam da mesafeli bir duruş sergilediğim için insanların benle bir türlü duvarları kaldıramayışı ve benim bu durumda yalnızlık hissetmem. Eğer duygularımı ortaya karışık yapmam gerekirse şunu söyleyebilirim ki bu davranış bende bir yerden sonra gıcıklık uyandırıyor ve başlarda nasıl polyana yaklaşırsam yaklaşayım,bir anda bu insanı düşman ilan etmek.

Dengesiz insan etrafına zarar veriyor evet ama kendime daha fazla zarar verdiğimi fark ettim aslında. Keşke duygularımızı bazen açıkça belirtebilseydik karşımızdakini kırma derdi olmadan. Ama en hassas insan olma rekorunu da elimde taşıdığım için maalesef bu benim için de hoş olmazdı.

Annem böyle tepesi çatlak bir poğaça yapar, bizim evde buna çatlak poğaça denir. Çoklukla deliliğe varan davranışlarım olduğu için de annem böyle durumlarda bana çatlak poğaça der:) Şimdi işte yine aynı şeyler oluyor. Düşünce hızımın ışık hızına yaklaştığı zamanlar...

Çatlak Poğaça.

Evet.

7 Eylül 2011 Çarşamba

İbretlik Gün

Önümdeki çubuk krakeri çaresizce kemiriyordum. Normalde tuzu günlük yaşamına katmayan bir insan olmama rağmen çubuk krakeri yeme tarzım şudur: Önce tuz kemirilir ardından da kraker. Çok acıktığım için kendime yeni eğlenceler arıyordum. Bu eğlenceler, sağ yanımda oturan çilekeş arkadaşımla yaptığım dedikodu, ve onun üzerinde denenen esprilerimden oluşuyordu. Ama faydası yoktu, saat 3'e geliyordu,lakin içinde bulunduğumuz ve tarzımıza uymadığını düşündüğümüz ekonomi dersi nihayete ermiyordu. Birden hamamböceği gibi saçılan insanları gördüm ve kabusum bitti. Bu noktadan sonra alışveriş yapılacak ve yemek yenecek yere ışınlanmak istiyordum. Yıl 2011 hala otobüse biniyorum işte gördüğünüz gibi.

Eğer yanımda erkek arkadaşlarım varsa yemek yerken hayvanlaşıyoruz cümleten, en sevdiğim şeylerden biri budur mesela. Kendimde bir değişiklik fark ettim,artık bu eylemi her türlü gerçekleştirebiliyorum. Yemek yemeyi gerçekten seviyorum fakat sonrasında yaşanacak hezimetin farkındaydım bugün. Kurbanlık koyun stayla.

Yemekten kalkarken çilekeş arkadaşıma "Vinç lazım mı?" dedim. O da biliyordu yaşanacakları,gözleri başka bir hüzünle bakıyordu adeta. Yolumuza alışveriş merkezinin muhtelif mağazalarıyla başladık. İlk başta Polyanna misali dolaşıyorduk. Bir şeyler bulabileceğimizden emin gibiydik. Esasen yolculuğun sonundaki halimizle başındaki halimizi bir albüme koysalar, ne demek istediğimi daha iyi anlardınız. Yolculuk sonunda adeta at tepmişleri andırıyorduk.

Gözlemlerimi maddeler halinde sıralamak isterim.

1.) Öncelikle,kendimize göre hiç birşey bulamadık. Efendim,o ne öyle, orasından burasından iplik çıkan incecik kumaşlar,ya çok kapalı ya çok açık tşörtler,bluzlar, ya çok uzun ya çok kısa etekler. Burdan çıkarılan sonuç şu ki Türk tekstil sektörünün "orta yol" kavramından haberi yok.

2.) Bendeniz tam erkek olacak kızmışım onu anladım. Yolculuk boyunca o mağaza senin bu mağaza benim dolaşıp kendimize işkence ederken beğendiğim kıyafetlerin hep erkek reyonunda olması tesadüf olamazdı.

3.)Gezi boyunca Türk kadınının azmini takdir ettim. Cephede mermi taşımış şanlı analarımız şimdi de kasaya bir bir kıyafet taşımış onu anladım. Haftaiçi hiçbiri yememiş içmemiş alışveriş yapmış. Sonra da vay efendim paramız yok.

Ayaklarımız pert olmuş bir şekilde son mağazaya girdiğimizde arkadaşımla birlikte annemize bir şeyler bulmanın mutluluğunu yaşıyorduk.

Alışveriş sonucunda şu cümleyi yapıştıracaktım : Anneler Günü insanı annesinden bile soğutur !!!

Anlamlı dipnot: Aldığım şey anneme büyük geldi ve ertesi günü çıkıp başka şeyler baktık. (Damn you kapitalizm.)




18 Mayıs 2011 Çarşamba

Boşluklar ve Dolum İşleri

Bendeniz günde 2 kere metroya, 2 kere de otobüse biniyorum en iyi ihtimalle,yani en az. Bu yolculuklar da en aşağı 15-20 dakika sürüyorken,bolca gözlem yapıyorum ve düşünüyorum. Benimkisi insanları ve hareketlerini eleştirmek değil ( tabii bana göre çok absürd şeyler yoksa). Benim işim durumları eleştirmek,gündeme uydurmak.

Metroda ilk başta dikkat ettiğim şey şudur. Efendim,metrolarda 2 tip insan görülür. Birincisi koltuklarda oturanlar,ikincisi o koltuklar için sıra bekleyenler. Aslında benzetmeye uygun olarak anlatacağım şeyin 3.kahramanı da olması lazım, ki bu da koltuktur. (Yanlış duymadınız, koltuk aslında hikayelerde mevkii temsil eder. )

Başta metro boş gelir. Bir çok koltuk vardır, hepsi boştur. Herkes kendine göre bir tane seçer oturur. Bazıları istediği koltuğa oturamaz, alelade bir tanesini seçip oturur. Bazıları ise ayakta bekler. Ayakta bekleyenlerin yolu uzunsa, bir koltuğun boşalmasını bekler. Yolculuğu kısa sürecekse, hiç pas vermez, baştan oturmaz zaten, durağını bekler.

Gönül işleri de böyledir. Başta bir çok namzetiniz olabilir (olmayabilir),herkes kafasına göre birini seçmek ister kendine. İstediğini bulamayanların çoğu yola ayakta devam ederler,istediği yerlerin boşalması umuduyla. Bazıları ise o olmadı bu olsun mantığıyla seçerler gelişigüzel bir şekilde, sevgili dedikleri insanı. ( Bunlara İngilizce'de jerk diyoruz. )

Lakin bazı insanlar vardır ki, otururken bir gün kalkacaklarının farkında olarak sürdürürler yolculuklarını. Zamanı gelince inerler. Ee siz ne zannetmiştiniz ki? Vakti gelince inmeyecekler mi metrodan ? Ve elbet ayakta bekleyenlerden biri gelip oturacak oraya. Ee yine ne zannetmiştiniz? Boş mu kalacak dünya güzeli koltuk ?

Düşünün ki, binlerce kişi iniyor ve biniyor. Boşlukların kolay doldurulabileceği aşikar. Yorumu size bırakmakta karar kıldım.

15 Mayıs 2011 Pazar

Mazinin tozlu sayfaları... Hadi ordan.

Küçükken yazlarımı geçirdiğim Silivri'deki evimizdeydik bugün. Doğumgününden bir gün önce, küçükken uğrunda ağlayıp zırladığın ev ve ortamı görmek değişik duygular uyandırdı. Bir kere, büyüdüğümü hissediyorum artık. Büyümek demesek de (bu başka insanların takdiridir),nihayetinde biyolojik olarak yaş ilerliyor. Bu takdir gerektirmez en azından. Bütün gün sanki sürekli dakikalar geçiyor diye üzülürken buldum kendimi. Bir şeyler okumaya çalıştım paso, hani zamanımı akıllıca kullanmaya çalışıyorum güya. Şimdi efendim zaten düşününce 20 sene neyle geçmiş ? Okumakla. Hani ilk ayet adeta yaşam felsefem olmuş benim,tamamdır.

Konuyu saptırmayayım; ömrümün 5 senesinin geçtiği eve 8 ay sonra bir daha gittim baktım, değişik duygular uyanıyor. Acaba "doğduğun yer mi doyduğun yer mi" falan geyiğini yapsak mı dedim. Baktım olmaz. Ama nedir bizi çocukluğumuzun geçtiği yerlere bu kadar bağlayan şeyler? Bunları her zaman yaptığım gibi maddeler halinde sıraladım. (E bu da benim tarzım,naparsınız?)

1.Arkadaşlık : Kutu kutu penseler ve arkadaşım elma yerse halinin ne olacağını tartıştığım oyunlarla başladı her şey. Ama aslında bizim çağımız çok garson boy dedikleri bir çağ oldu her zaman. Bilgisayar oyunları ve sokak oyunları kıyasıya kapıştı. Araya teletabiler girdi,kah sarıldık,kah bir işi bir oluşu bir kılışı 40 aynı cümleyle ifade ettik. Evet aslında teletabiler bizden çok şey götürdü,neyse. Sözün özü, arkadaş ortamı her zaman için bağlayıcı etken olmuştur söz konusu büyüdüğün yeri sevmekse. İlk başta son lokmayı bisikletin tepesinde yersin. Mayondan sular sarkarak gelirsin eve, ama amaç vakit kaybetmemektir. Saat kaçta dendiyse o saatte buluşulur. Saçma sapan ama oynanması gereken oyunlar oynarsın.En güzel ayakkabı kiminmiş mesela,grubun en bilmiş elemanı bunu seçer. (Hiç aklıma gelmezdi benim) Evet şimdi saçma sapan gelebilir ama o zamanın behrinde yapılması gerekmiştir,yaparsın. Ama en sonunda sinsice büyürsün,bir gün hiç birini tanımaz olursun. Sanal alemde burnunun dibinde olan insanlar yolda görürler, ama selam vermezler ince bir tebessümle geçiştirirler tüm o yaşanmışlıkları.(Hayır Müslüm Gürses dinlemedim.)

2.Bakkal: Bizim bakkalımızın adı Hüseyindi, ben kendimce Hüseminleştirmiştim onu. Evet onun adı Hüsemin olsa çok daha şık olurdu bence diye düşünüp o şekilde seslenmiş olabilirim çoğu zaman. Hüseyin Amcamız vardı Allah rahmet eylesin, adamcağız hiç bir zaman lira ve Türk parasındaki 0'ların ilişkisini anlayamadan vefat etti. Bana göre Silivri'nin anlamı oydu,zaten o öldükten sonra hiç bir şey eskisi gibi olmadı. Şu lira işlerinden kazıklandıysa bilemiyorum ama.

3. Park: Koskocaman bir parkımız vardı, çılgınca koştuğumuz. Yanaklarım en son orada pembeleşmiştir diye düşünüyorum. Ezelden beri sosyal ilişkilerim iyi değildir zaten, orada da az laf yememişimdir milletten. Parkın haricinde havuz ve deniz de suyu seven çocuklar için korkunç etkilidir bence. Sırf su değil, sanki dünyanın en büyük mühendisiymişsiniz gibi yaptığınız kaleler de bu döneme damgasını vurur. Ben kale yapmaktan korkunç sıkılırdım ama midye kabuklu pasta yapardım,favorimdi. Yiyen çocuklar da olmuştu tabii,laf aramızda.

4.Komşular: Şu yaşıma kadar öyle aşırı boğazlı bir insan olmadım. Annemin yaptıklarına aşırı düşkünlüğüm vardır ama komşuların yaptığı yemeklere düşkünlüklerim olmadı hiç. Dışarıda yediğim yemekler ise sınırlıdır. (Bilen bilir Kfc bağımlılığım vardır mesela.) Yani bu başlığın açıklaması komşuların yaptığı yemekler değil maalesef. (zaten anacığımdan konu komşuya sıra mı gelir?) Ama her zaman muhabbetlerini severdim, farklı farklı ortamlar olurdu komşularla. Mesela sahile komşu teyzelerle inmenin yeri ayrıdır. Burada bir komşu çay demler. (çay her türlü kabulümdür.) Bir başka komşu yiyecek yapar getirir. Böylece çeşitler çoğalır. Sonra sahil kadınlar hamamına döner. Komşuların kahveye gelmesi daha farklıdır. Kesin görüşülecek bir konu vardır.Yaşın müsaitse oturur dinlersin ama muhtemelen seni sarmaz. Bir de akşamları okey oynamak için toplanılır veya da oturup dizi seyretmek için. Bu en fenasıdır. Gerçekten sıkıntıdan koltuk tepelerinde uyursun. Ama yine de tadı başkadır.

İşte böyle. Bunları yazarken bir kez daha uçtum gittim :) Bu seferki 20 yıllık gözlem oldu. Çok kıymetli yani anlayacağınız.




5 Mayıs 2011 Perşembe

"aşkım aşkım"

"Ama aşkım alma onu yanına dedim,en sonunda yine ben taşıcam bak..." dedi genç çocuk. Sıcaktan bunalmışa benziyordu. Alelade bir cümlenin içine sokuşturduğu aşkım kelimesi beni o an için irrite etmeye yetti fakat konuşmanın devamını merak ediyordum. Mıymıntı kız arkadaşının ağzından çıkanları duymak için kulak kabarttım. Mıymıntı kız kendi mıymıntılığına yakışacak nitelikte bir yanıt verdi : "Ama aşkım almak istiyorum belki üşürüm." O an neye sinirleneceğimi bilemedim. Ortamda sakız çiğneyen biri olsaydı kesin ona sinirlenirdim fakat yoktu. Mecburen mıymıntı kızın cümlesine sinirlendim. Birincisi; yine alalede bir şekilde aşkım kelimesi sıkıştırılmıştı cümleye. İkinci olarak da kızın tarzı çok tarzsızdı. Şöyle ki, hepimiz bir gen parçası olsak genetik ilminde, bu kızın sıfatı çekinik olurdu.Üçüncü olarak, gerçekten ter döküyorduk ve üşümenin mümkün olmadığı bir havaydı. Sinirim el verdiğince konuşmanın devamını dinlemek istedim. Lakin kızın sesi çıkmıyordu.

Erkek tarafı yüzyıllardır süregelen baskınlığını sürdürmeye devam etti. Herhalde bu da baskın gen olurdu diye düşündüm içimden. "Onu eninde sonunda taşıyan benim ama aşkım." Bir anda ortam bir amerikan filmine dönüşmüştü gözümde. "O lanet olası gömleği taşıyan benim seni kör olası! " Ama Amerikanlar yine doğal insanlardı, lanetli manetli cümlelerde darling,honey vb kelimelere rastlamamıştım hiç. Ve en sonunda mıymıntı konuştu, ama hiç bir şey anlamadım. Çünkü mıymıyladı. Fakat çekinik kazanmıştı. Dışarı çıkarken gömleğini de yanına aldı,zaferini kazandı kendince. Baskından gelen yanıt gecikmedi : "İyi o zaman aşkım, ama sen taşı dersen kavga çıkartırım!!!!!"

Bu noktadan sonra gözlerimi devirerek çok sinirli olduğumu belirttim yanımda oturup beni 18693029 saattir dinleyen çilekeş arkadaşıma. Bu sefer gerçekten sinirlerim katlanmıştı,nöronlarım adeta bir domino gibi devrilerek beynime ulaştı. İzin verirseniz bundan sonraki düşüncelerimi maddeler halinde sıralamak istiyorum.

1.) Bir kere deli gibi her cümlenin içine aşkım kelimesini sıkıştırmanın manasını çözebilmiş değilim. Bu kelimenin bir zamanlar anlamı olduğunu düşünürken, şu an gerçekten avam ilişkilerde her dakika kullanılan bir kelimeye dönüştü,çok üzülüyorum. Herkesin ortak düşüncesi bu kelimeyi ne kadar çok kullanırsak karşımızdakini ne kadar çok sevdiğimiz de o derece belli olur düşüncesi. Hiç katıldığım bir cümle değil. Doğru yer,doğru zaman ve doğru insan burada devreye giriyor. (Bakınız: 3D kuralı)

2.)Hiç bir hemcinsime çekinik olmayı yakıştıramıyorum. İdare etmek başka,ezilmek başka. Aslında herkes kadının yeri ve önemi falan diye nutuk atmayı öğrendi, ama her şey küçük yaşta başlıyor ve kimse bunun farkında değil. Toplumda böyle garip ilişkiler olduğu sürece kadının bir önemi falan olmayacak. (Kalmayacak demiyorum,olmayan bir şeyden geriye bir şeyler kalmaz. ) (Fizik kuralı)

3.Ve son olarak,erkekler ne oluyor size kuzum demek istiyorum ama bu iş insanla alakalı. Bu örnekten yola çıkarsak,karşımızdakinin bir şeyini taşısak ölür müyüz? Hele ki karşımızdaki sevdiğimiz insansa. Neden her şeyi problem haline getirip hayatın içine ediyoruz ve sonra yarattığımız enkaza bakıp sorunlu bir ilişki doğurduk oley! şeklinde yaşıyoruz? Bu soruların cevaplarını yarın akşamki tartışma programımda tartışmak isterim mesela. İnsanoğlu çelişkinin en büyüğü. Sevgili baskıncığım sözüm sana, hem aşkım diyorsun hem taşımam diyorsun ve malesef bunları aynı cümlede ifade ediyorsun.Bu hafta uykularımı kaçırdınız çılgın çift.

Bense işte yaşayıp gidiyorum öyle, gözlemlerimle,ufak şeylerden dünya kadar mana çıkartarak.


29 Ocak 2011 Cumartesi

Mutluluk Enjeksiyonu


İnsanlar mutlu olmayı bilmedikleri gibi karşı tarafı da mutsuz etmekte birebirler bence. Nedenini sorarsanız (sormazsanız kırılırım) ; hem boş şeyleri kafalarına takarlar hem de önüne gelen insana sanki mutluluğu onun elindeymişçesine anlatır dururlar. Bunun enerji kaybı olduğunu söylememek imkansız. Adeta karşı tarafın enerjisini sömürüyoruz. Adam binbir emekle mutluluğunu sağlamışken sen şimdi kalk enerjisini çal. Valla şahsen bana yapsa biri çok sinirleniyorum. O an tırnağım kırılsa o derece üzülmem.

Mutluluk denen şey,iddia ediyorum ki kedinin kuyruğuna bağlı arkadaşım. E şimdi gidip psikologa bilmemnereye tomarlarca para döküp mutlu olmayı dene ama bunun sonucunda kaybın hem paran hem vaktin olacak. Adam da otursun karşında, peki o an neler hissetin x hanım/ bey diyip seni daha da delirtsin.

Vaktiyle filozofun biri çıkmış demiş ki mutluluk sanattır ( bunu dememişse de buna yakın bir şey demişti )Sonra bunu facebook denen sosyal paylaşım sitesinde aldılar kesin bi filozof fotoğrafının yanına iliştirdiler,altına da dediler ki işte "paylaş xD". Benim bu olaya tepkim o kişiyi silmek falan olabilir o yüzden orada yazılan yazı hakkında pek düşünmüyoruz böyle şeyleri görünce evet. (ben de asi gençlik xd ye üyeyim herhalde) Ama aslında mutluluk bir şeylere bağlı olduğu zaman gerçekleşmesi o derece imkansız oluyor. Bırakın da mutluluk bağımsız olsun herşeyden ve bir hissiyat olayına dönüşsün. Bağımlılıktan kime hayır gelmiş ki ?

Cesur Yeni Dünya adlı kitapta soma adı verilen ilaçlar vardı, içtiğinde mutlu oluyordun falan filan... Öyle bir dünya istiyorsanız bence o dünyanın alacağı son sıfattır cesur sıfatı. Neren cesur senin arkadaşım o ilaçları rahmetliler de alıyordu. Sen bir dene bakalım önce nasıl mutlu oluyorsun hangi koşullarda yüzün gülüyor onu öğren, ilaçları ve sana bağımlılık verecek şeyleri de bir kenara bırak. (erkek arkadaş,kız arkadaş,dost,kanka,panpa,qanqa,oyuncak ayın...) Bırak ruhunun penceresini aç da (aha metafor geldi),bir güneş girsin içeriye.

Bu blogun son satırlarını bir metafor yağmuruna dönüştürmek istemiyorum. Arrivederci,bu kasvetli havalarda ruhunuza iki damla güneşi çok görmeyin diyorum.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Başlığı olmayan ulu yazı.

Sevgili teyzeciğim, psikologlar doktorlar televizyona çıkıp vay efendim stres yapmayın; aman kendinizi yormayın da falan filan derken hep şu yorumu yapar: "Bizim göbek adımız stres!!!" Valla geliştirdiğim tezlere göre (kitap yapacağım bu uyduruk tezleri,işe yarıyor) hem bu işler genetik hem de bir yerden sonra sağdan soldan etraftan duyup dilimize pelesenk ettiğimiz sözcükleri yaşamaya başlıyoruz. Velhasıl-ı kelam stresliyim,sinirliyim efendim,kime ne? "Mazeretim var,asabiyim ben" demiş mfö abilerimiz.

Sinir olduğum şeyleri geçenlerde sağolsun babam bir başlık altında toplamış. Mesela:

1. Toplu taşıma araçlarında önce kadınlar ve çocukların,ardından da erkeklerin sakız çiğnemesi. Arkadaşım,yapmayın etmeyin, hem gözlerimi hem kulaklarımı hem de canım beynimi yoruyorsunuz.

2.Sınavlarda arkadaşların sakız çiğnemesi. Bu mesele gerçekten beni deli ederken yapabileceğim tek şey bu durumu Türk hoca ve asistanlarına emanet etmektir.

3.Sınavlarda arkadaşların burnunu çekmesi.Bu da benim başarısızlığımın sebeplerinden biridir. (!?) Genelde bunu yapan arkadaşa sevecen gözüküp "Mendil ister misin?" diye sorarım. Bu durumdan sonra 2 şey gerçekleşebilir.

a. Arkadaş durumu anlamaz,kendisi pişkingillerden gelmektedir. Yok sağol der. Meali : Eyvallah ben sümüklü sümüklü oturup etrafa zarar vermeyi sürdüreceğim.

b.Arkadaş mendili alır ve teşekkür eder,ben ise derin bir oh çekerim.

Bu liste sonsuza ıraksamadan konumuza geri dönelim. Malumunuz geçen hafta final haftasıydı. Bendenizin özgüveni ise kapıya gelen yumurtalar tarafından saldırıya uğradı!! Yumurta attılar özgüvenime!! Neyse ki şu an toparlama aşamasındayım. Halbuki o yumurtayı yiyelerdi iyiydi...

Bir ara gerçekten titreme krizine girdim ve hatta yemek yiyememe durumuna kadar geldim. Kendi kendimin psikologu olarak diyebilirim ki zaten elde var: obsesiflik,ablamın eklemesiyle de nöromüsküler blokeyim,bunun üzerine bir de final stresi ekleyince durum şöyle özetlendi: çevrenin bir anda daralması ve memlekette bir olağanüstü hal ilan edilmesi.

Cuma akşamının hayatıma girmesiyle (cuma gerçekten mübarektir) bu stres yerini "aman yaparız yea" cümlesine bıraktı. O an özgüven kırıntılarımın toparlandığını ve yumurtaları karşı yöne püskürttüğünü gördüm,izlemesi çok zevkli bir kavganın ortasında gibiydim. Özgüvenim mi yumurtalar mı diye düşünürken ara ara otobüslerde ve hatta cardio çalışırken gelen gözyaşlarımla hala uğraşır haldeyim. Aman hallederiz yeaaa...